En az 10 kere yazıp sildim. Ne diyebilirim bilmiyorum ki! Ama sessiz kalmak hiç istemiyorum, onu biliyorum.
Ben hiçbir zaman ülkenin siyasetiyle barışık olmadım. Hatta hep yazıp çizdim, özellikle orta okulda Atatürk’e onlarca mektup yazdım, gel kurtar bizi diye yalvardım, seçimlerde (hiç bitmeyen seçimlerde!) hep ümit ettim, bu sefer olacak diye, ama hiç bir zaman olmadı, olamadı. Sonra liseyle birlikte bu aşırı nefretten ve tutuculuktan vazgeçtim, hiç öyle yazılar, şiirler karalamadım. Herkesi olduğu gibi kabul ettim- etmek zorunda kaldım. Kendi çizgimi hep korudum ama. Sonra mükemmel (?) bir şey oldu: Gezi Ruhu. Soru işareti haksız yere öldürülenlerden. Ben ilk defa gerçekten inandım- ya da orta okulda hayalini kurduğum şeylerin varlığını gerçekten hissettim. Evet evet! Öyle bir “Kuvay-ı milliye” ruhu vardı, birbirini kucaklayan, kardeş olan bir Türk topluluğu vardı! Daha önce hiç görmemiştim ki!
Bu sene, yazın sonuna doğru durmak bilmeyen şehit haberleri geldi. Suruç katliamı oldu. Şimdi de bu. Ankara patlaması. Her birinde ülkemden tiksindim, insan olmaktan utandım. Bugün, Ankara Patlamasının 2. gününde 9 yaşında öldürülen “çocuk”un öğretmenin konuşmasını dinlerken gözlerimden yaşlar boşaldı. O an, daha önce “terbiye”li olmak adına hiç telaffuz etmediğim küfürleri, bedduaları, olan her kötü kelimeyi avazım çıkana kadar haykırmak istedim. Ama yapmadım, yapsam da fayda etmeyecekti zaten.
“Onlar” nefretle besleniyorlar. Biz nefret ettikçe, bunu dillendirdikçe bundan güç alacaklar, bunu lehlerine kullanacaklar. Hayır. Biz savaş istemiyoruz ki! Sevgiyi beslemeliyiz biz. Birbiririmize olan sevgiyi, vatanımıza olan sevgiyi. Biz sadece bunu beslemeliyiz. Çünkü şahsen ben, nefretle beslenen canilere bir gıdım bile faydam bulunsun istemiyorum. Sanıyorum ki, siz de bunu asla istemezsiniz!